Academic literature on the topic 'Parametri edilizi'

sağlıklı kontrol grubu ile bazı laboratuvar parametreleri açısından karşılaştırarak etyopatogenezi etkileyen faktörleri araştırmak amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: Huzursuz bacak sendromu tanısı konulan hastalar çalışmaya dahil edildi. Yaş ve cinsiyet açısından benzer kontrol grubu oluşturuldu. Her iki grup demir, ferritin, demir bağlama kapasitesi, folat, vitamin B12, vitamin D, kalsiyum, magnezyum, ALT, AST, hemogram, kreatinin, açlık kan şekeri, tiroid hormon seviyeleri açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Çalışmaya 37 huzursuz bacak sendromu hastası, 41 tane de kontrol dahil edildi. Huzursuz bacak sendromu grubunda hemoglobin, ferritin, demir, açlık kan şekeri, D vitamini ve fT4 değerleri sırasıyla 12.7 (10.3-16.0) g/dL, 37.3 (3.7-89.4) mg/L, 62 (21-195) μg/dL, 96 (65-250) mg/L, 11.26 (4.20-41.57) ug/L ve 1.24 (0.73-2.14) µg/dL iken kontrol grubunda sırasıyla 14.8 (12.3-16.1) g/dL, 56 (9-189) mg/L, 90 (30-245) µg/dL, 91 (70-107) mg/L, 17.31 (5.73-32.90) µg/L ve 1.08 (0.63-2.04) µg/dL idi. Hemoglobin, ferritin, demir, açlık kan şekeri, vitamin D ve T4 seviyeleri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılıklar saptandı. Sonuç: Huzursuz bacak sendromlu hastalarda hemoglobin ve demir parametreleri, vitamin D düzeyleri, açlık kan şekeri ve T4 seviyeleri eksiklikleri açısından mutlaka değerlendirilmeli, gereklilik halinde mutalaka replase edilmelidir. Eksikliklerin düzeltilmesi hastaların klinikleri açısından yararlı olabilir.

AMAÇ: Hematolojik parametreler, psikopatoloji ve inflamasyon arasındaki ilişkiyi göstermek için kullanılabilen periferik inflamasyon belirteçleridir. Bu çalışmada intihar girişiminde bulunan ergenleri sağlıklı ergenlerle hematolojik parametreler açısından karşılaştırmayı amaçladık.GEREÇ VE YÖNTEM: Ekim 2018 - Mart 2020 tarihleri arasında Çocuk Acil Servisine başvuran 765 ergenin hemogram kayıtları geriye dönük olarak değerlendirildi. Kontrol grubu, benzer yaş ve cinsiyet özelliklerine sahip, yukarıda belirtilen dönemde çocuk hastalıkları polikliniğinde muayene edilen, organik veya psikopatolojik herhangi bir tanısı olmayan ergenlerin hemogram kayıtlarından oluşturuldu. Dışlama kriterleri uygulandıktan sonra intihar girişimi olan 95 vaka ve 95 kontrol grubu çalışmaya dahil edildi. Vaka ve kontrol grupları istatistiksel olarak nötrofil/lenfosit oranı (NLR), trombosit-lenfosit oranı (PLR), monosit/lenfosit oranı (MLR), ortalama trombosit hacmi (MPV) ve eritrosit dağılım genişliği (RDW) parametreleri açısından karşılaştırıldı.BULGULAR: İntihar girişimi olan ergenlerde NLR ve MLR değerleri kontrol grubuna göre anlamlı olarak yüksek saptandı. Diğer parametreler açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı. NLR ve MLR parametreleri açısından ek psikiyatrik tanılara göre ayrılan olgu grubunun üç alt grubu arasında istatistiksel olarak fark yoktu. Ancak NLR, bu üç alt grupta kontrol grubuna göre anlamlı olarak daha yüksek bulundu.SONUÇ: İntihar girişiminde bulunan ergenlerin NLR ve MLR parametreleri kontrol grubuna göre daha yüksek saptandı. İntihar girişimi olan ergenlerde inflamatuar parametrelerin değerlendirilmesi ile ilgili daha kapsamlı araştırmalara ihtiyaç vardır.

Çelik lifli beton, normal betona göre; süneklik, enerji yutma kapasitesi, kırılma tokluğu, yorulma direnci gibi parametreler açısından çok daha iyi performans gösteren kompozit bir yapı malzemesidir. Bu yapı malzemesi üzerine yapılan çalışmalar, malzemenin yaygın olarak kullanılmaması ve darbe testi için kullanılacak test ekipmanlarının teminindeki zorluklar sebebiyle sınırlı düzeyde kalmıştır. Çelik lifli beton kullanımıyla ilgili çalışmalar deneysel olarak gerçekleştirileceği gibi gerçek yapı davranışını simüle etmek için sayısal modeler de kullanılabilir. Bu çalışma ile, darbe yüküne maruz kalan çelik lifli beton kullanılarak üretilen kirişin darbe etkisi karşısındaki davranışını temsil edebilen doğrusal olmayan bir sonlu eleman modeli (FEM) geliştirilmiştir. Davranışın simule edildiği modeller ABAQUS paket programı kullanılarak oluşturulmuştur. Oluşturulan sayısal modeller ile çelik lifli betonarme kiriş davranışında vurma başlığının etkisi de incelenmiştir. Sayısal sonuçlar, modelin literatürden seçilen kirişlerin deneysel sonuçlarını yakalamada oldukça başarılı olduğunu göstermiştir. Doğrulama sonrasında, numunelerinin davranışına orta nokta deplasmanı, darbe yükü değeri, donatı oranı ve darbe hızı etkisinin araştırılması için parametrik bir çalışma yapılmıştır. Parametrik çalışma kapsamında 9 farklı sonlu eleman modeli oluşturulmuştur. Sonuç olarak çelik lifli beton kullanılarak üretilen darbe etkisi altındaki kirişlerin davranışında betondaki lif oranının, kirişin donatı oranının ve çarpma hızının önemli etkilerinin olduğu tespit edilmiştir.

Bu tədqiqat qaz nəqli sistemlərinin modelləşdirilməsi məsələsinə həsr edilmişdir. Müasir qaz şəbəkələri yaşayış məntəqələrini və bütün rayonları təbii qaz mənbələri ilə birləşdirir. Bu cür sistemlər hazırda olduqca mürəkkəbdir və onların modelləşdirilməsi böyük hesablama xərcləri tələb edir. Təqdim olunan işin məqsədi məlumatların işlənməsi vaxtını azaltmaq üçün istismar olunan qaz kəmərlərinin, habelə rabitə qovşaqlarının riyazi modelinə daxil edilmiş tənlik sistemlərinin həllinin səmərəliliyini artırmaqdır. İşdə əsas diqqət digər modelin tənliklərini həll etmək üçün bir modelin tənliklərindən istifadə edərək qaz kəmərlərinin və qarşılıqlı əlaqə qovşaqlarının riyazi modellərinin birləşdirilməsinə yönəldilir. Müasir təcrübədə qaz kəmərlərinin sənaye istismarı modelləşdirmədə təbii qaz axını çox vaxt biristiqamətli izotermik axın kimi qəbul edilir. Təqdim olunan işdə qazın nəqli prosesinin dinamikasını müəyyən edən qismən törəmələr sistemindən alınmış iki sadələşdirilmiş model verilmişdir. Bu modellərə boru kəməri oxunun üfüqə meyl parametri daxildir ki, bu da modelləşdirmədə çox vaxt laqeyd qalır. Hazırlanan metodologiyanın bu özəlliyi həm də daha dəqiq simulyasiya nəticələri əldə etməyə imkan verə bilər. Açar sözlər: qaz şəbəkəsi, qaz kəməri, tələb rejimləri, simulyasiya modeli, qaz kəmərinin modelləşdirilməsi; qazötürücü şəbəkələr; ədədi üsullar; diferensial tənliklər; kompüter simulyasiyası; təzyiq modelləşdirmə; birləşdirən qovşaqlar; qeyri-bərabər qaz istehlakı

Bu çalışma 8-10 yaş arası erkek çocuklarda yüzme egzersiz ve bosu çalışmalarının dinamik dengeye etkisini incelemek amacıyla yapıldı. Yaşları ortalaması 8,9333±,78492 yıl olan 30 katılımcı veli ve antrenörlerinden gönüllü katılımları ile ilgili aydınlanmış̧ onamları alınarak çalışmaya dahil edildi. Bunların 20' si egzersiz grubu diğer 10'u da kontrol grubudur. Egzersiz grubunun en az 1 yıl yüzme eğitimi almış olmalarına ve haftada 3 gün düzenli olarak yüzme antrenmanı yapıyor olmalarına dikkat edildi. Egzersiz grubu rastgele yöntemle 2 gruba ayrıldı. Birinci gruba yüzme ve bosu çalışmaları, ikinci gruba ise sadece yüzme egzersizleri yaptırıldı. Bu çalışma 10 hafta süreyle uygulandı. Katılımcıların antropometrik ölçümler ile dinamik denge ölçümleri planlanan antrenman programı öncesi ve sonrası olmak üzere iki defa alındı. Çalışma Van Olimpik yüzme havuzunda uygulandı. Verilerin analizinde SPSS 21 paket programı kullanıldı. Analizler sonucunda yüzme eğitimi alan grubun A (Anterior), PM (Posteromedial) ve PL (Posterolateral) ön test - son test ölçüm değerleri arasında anlamlı (p<0,01) fark olduğu saptandı. Yine yüzme ve bosu eğitimi alan grubun PM ve PL ön test - son test ölçüm değerleri arasında anlamlı (p<0,01) fark olduğu belirlendi. Seçilmiş değişkenlerin ön test- son test ölçüm değerleri arasındaki farkların gruplar arasında anlamlı (p<0,05) bir farklılığın olmadığı görüldü. ​Extended English summary is in the end of Full Text PDF (TURKISH) file. Özet This study was carried out to investigate the effect of swimming exercise and bosu studies on dynamic equilibrium in 8-10 years old boys. They were included in the study by taking their enlightened consent about their voluntary participation from 30 participants parents and coaches with an average age of 8,9333 ±, 78492 years. 20 of them were exercise group and 10 of them were control group. The exercise group had at least 1 year of swimming training and swimming training 3 days a week was paid attention to be doing regularly. The exercise group was randomly divided into two groups. The first group had swimming and bosu exercises and the second group had only swimming exercises. This study was performed for 10 weeks. The participants' anthropometric measurements and dynamic balance measurements were taken twice before and after the planned training program. The work was carried out at the Olympic swimming pool in Van. SPSS 21 package program was used to analyze the data. As a result of the analyzes, it was found that there was a significant difference (p<0.01) between the A (Anterior), PM (Poateromedial) and PL (Poaterolateral) pre-test and post-test measurements of the swimming group. It was determined that there was a significant difference (p <0.01) between the PM and PL pretest - posttest measurements of the group receiving swimming and bosu training. There was no significant difference (p <0.05) between the pre-test and post-test values ​​of the selected variables.

Amaç: Ekstrakorporeal şok dalga litotripsi (ESWL), böbrek ve proksimal üreter taşlarının tedavisinde en sık kullanılan yöntemlerdendir. Çalışmamızda, ESWL başarısı için hangi parametrelerin etkili olduğunu saptamayı amaçladık.Gereç ve Yöntemler: Ocak 2017 ile Aralık 2018 arasında, ESWL uygulanan 253 hasta prospektif olarak elde ettiğimiz ESWL veri tabanımızdan geriye dönük olarak analiz edildi. Kırk dört hastaya üreter taşı nedeniyle ESWL, 209 hastaya böbrek taşı nedeniyle ESWL uygulandı. Taş tipi, taş boyutları, hounsfield birim dansitesi (HBD), taş-cilt mesafesi (TCM) ve taşların yerleşimi, hastaların cinsiyeti ve yaşı, şok dalgalarının gücü ve sayısı ile toplam seans sayısı analiz edildi.Bulgular: Genel tedavi başarı oranı tüm taşlar için %71,1, böbrek taşları için %70,3 ve üreter taşları için %75 idi. Taş boyutu, şok dalgası sayısı ve HBD böbrek taşlarının başarısını öngörmede etkili parametrelerdi. Yaş ve taş boyutu, tek değişkenli regresyon analizinde üreter taşları için başarının belirleyicileriydi. Çok değişkenli regresyon analizinde hem böbrek hem de üreter taşları için başarıyı öngören tek parametre taş boyutuydu (sırasıyla p=0,002 ve p=0,005). Üreter taşları için başarı oranı, 11,5 mm boyutu kestirim değeri olarak tanımlandığında, %81,8 duyarlılık ve %78 özgüllükle tahmin edilebilir olarak saptandı. Sonuç: Böbrek taşları ve üreter taşları ESWL ile başarıyla tedavi edilebilir. Daha küçük ve HBD daha düşük olan böbrek taşlarının başarı oranı daha yüksektir. Üreter taşlarında ise daha genç hastalar ve daha küçük taşlar daha etkili bir şekilde parçalanabilir. ESWL başarısı için en önemli parametre taş boyutudur.

Analysis of body composition and physical fitness traits in children using bicycle. A total of 113 boys aged 12-14 years participated in the study voluntarily with 38 male bicycle athletes, 29 basketball athletes, and 46 non-athletes. Participants who were close answers to each other according to the answers given after asking the participants the number of training times, daily training time and sports experiences were included in the study. According to the normality test results of the groups, one-way ANOVA, one of the parametric tests, and correlation analyses were used to determine the relationships between the parameters. In the study, a statistically significant difference was found in the parameters of flexibility, vertical jump, 30 m speed, agility, coordination, body fat ratio according to the groups (p <0.05). Considering the differences between cycling athletes, basketball athletes and non-athletes in the age group of 12-14, there were significant differences in parameters such as flexibility, body fat ratio and agility in favor of cycling athletes. In addition, according to this study, basketball sport provides positive benefits in terms of speed coordination development and anaerobic power. ​Extended English summary is in the end of Full Text PDF (TURKISH) file. Özet Bu araştırmanın amacı; bisiklet kullanan çocuklarda vücut kompozisyonu ve fiziksel uygunluk özelliklerinin analizidir. Araştırmaya 38 erkek bisiklet sporcusu, 29 basketbol sporcusu ve 46 spor yapmayan 12-14 yaş arası toplamda 113 erkek çocuk gönüllü olarak katıldı. Katılımcıların haftalık antrenman sayısı, günlük antrenman süresi ve spor geçmişleri tespit edilerek, verilen cevaplara göre birbirine yakın olan katılımcılar çalışmaya dahil edildi. Yapılan ölçümler arasında; vücut komposiyonu ve fiziksel uygunluk ile ilişkili testler yer almaktaydı. Grupların normallik testi sonuçlarına göre parametrik testlerden One Way ANOVA ve parametreler arasındaki ilişkilerin belirlenmesi için korelasyon analizleri kullanıldı. Çalışmada gruplara göre esneklik, dikey sıçrama, 30 m sürat, çeviklik, koordinasyon ve vücut yağ oranı parametrelerinde istatistiksel açıdan anlamlı bir farklılık tespit edilmiştir (p<0.05). 12-14 yaşlarındaki bisiklet sporcuları, basketbol sporcuları ve spor yapmayan grup arasında oluşan bu farklar göz önüne alındığında bisiklet sporcuları lehinde esneklik, vücut yağ oranı ve çeviklik gibi parametrelerde anlamlı farklılıklar görülmüştür. Ayrıca bu çalışmaya göre basketbol sporunun 12-14 yaş grubu çocuklarıda sürat, koordinasyon ve anaerobik güç değişkenlerini olumlu yönde etkilediği söylenebilir.

Jantlar arabanın önemli bir parçasıdır ve tekerlekler ile birlikte arabanın ve yolcularının yükünü taşırlar. Bu yükü taşımak ve olası bir kazada can kaybını önlemek için jantın sağlam olması gerekli ve önemlidir. Diğer taraftan estetik açıdan da göze hitap etmelidir. Bu çalışmada öncelikle araba jantının sınır koşulları belirlenmiştir. Bu sınırlar içerisinde farklı jant tasarımları elde edebilmek için bir kullanıcı çalışması gerçekleştirilmiştir. Kullanıcı çalışmasındaki her bir katılımcı bir model tasarlamış ve parametrize etmiştir. Jant telinin sayısı, şekli ve göbek kalınlığı gibi tasarım parametreleri kullanıcı tarafından belirtilmiştir. Sonrasında kullanıcılardan bu parametreler kullanarak jeneratif tasarım yoluyla birbirinden farklı 20 tane jant modeli elde etmeleri istenmiştir. Durağan arabanın etki ettiği kuvvetler altında (parametrik olarak elde edilen) jantlar modellerinin gerilme ve yer değiştirme dağılımını bulmak için sonlu elemanlar yöntemi (FEM) kullanılmıştır. FEM kullanırken, ağ elemanlarının sayısına ve analiz edilen jantın yönüne dikkat edilmiştir. Jantlar tasarım kabiliyetine sahip gönüllü birisinin verdiği estetik puanlara ve FEM testlerinden elde edilen stres ve yer değiştirme değerlerine göre sıralanmıştır. Sıralamanın ardından genetik algoritma (GA) kullanılarak farklı ve estetik modeller elde edilip, kullanıcıya sunulmuş ve seçimi ile en uygun jant tasarım(lar)ı elde edilmiştir. Bu optimizasyon çalışması parametrizasyonu yapılmış iki farklı jant modeli kullanılarak yapılmıştır. Sonuçlar incelendiğinde parametrizasyon optimizasyon sonrası elde edilen modellerin performanslarını etkilemektedir.

Bildiyimiz kimi, akustik karotaj məlumatlarına əsasən süxurların sıxlığı və sürəti ilə əlaqədar olan, akustik xarakteristikalardan vacibi sayılan akustik sərtliyi lazimi dəqiqliklə təyin etmək mümkündür. Bu parametr əsasında mühitin sıxlığı və məsaməliyi ilə yanaşı, həm də kəsilişin həm şaquli (QGT üsulları kompleksində) həm də radial (seysmik kəşfiyyatı məlumatları kompleksində) istiqamətlərdə litoloji xüsusiyyətləri birmənalı təyin edilir ki, bu parametrdən ilkin informasiya mənbəyi kimi layların əksolma əmsalının təyinində istifadə olunur. Odur ki, tədqiqat işində Günəşli yatağının quyu kəsilişlərində mədən geofiziki üsulları kompleksində akustik karotajı məlumatları bazasında MQ çöküntülərində interval sürəti (Vp), akustik sərtlik və əksolma əmsalının (Kəks.) qiymətləri hesablanmış, tədqiqat obyektinin quyu kəsilişləri üzrə geoakustik modeli qurulmuşdur. Bu kəmiyyətlərin təyini üçün alqoritm və proqram (Exsel) təminatı işlənilmişdir. Geoakustik modeldən tədqiqat obyektində eləcə də analoji çöküntülərdə litologiyanın və ayrı-ayrı horizontların dəqiqləşdirilməsində istifadə edilmişdir. Burada Günəşli yatağının 21 saylı quyu kəsilişi üçün geoakustik model qurulmuş və quyu kəsilişinin dərinlik üzrə əksetdirici sərhədləri təyin edilmişdir. Beləliklə, Günəşli yatağının 21 saylı quyu kəsilişi üçün QGT məlumatlarının EHM-də araşdırılması göstərir ki, dayaq əksolma sərhədləri, litoloji tərkibin dəyişməsi, bircinsli terrigen qumdaşı-gil qalınlığı ilə əlaqədardır. Bu da litologiyanın və stratiqrafiyanın çökmə hövzələrində dəqiqləşdirilməsinə imkan yaradır. Beləliklə, mürəkkəb quruluşlu geoloji kəsilişlərin geofiziki tədqiqində AK-nın QGT-kompleksində istifadəsi çox səmərəlidir. Açar sözlər: akustik sərtlik, geoakustik model, əksetdirici sərhədlər, akustik karotajı, litologiya.

Kanguru bakımı sırasında müzik uygulamasının sadece kanguru bakımı uygulamasına göre prematüre bebeklerin davranış durumu ve fizyolojik parametreleri üzerine etkisini sistematik derleme ve meta-analiz yöntemi ile değerlendirme amaçlanmaktadır. Sistematik inceleme ve meta-analiz protokolümüz, sistematik inceleme ve meta-analiz protokolleri için tercih edilen raporlama öğelerine [Preferred Reporting İtems For Systematic Review And Meta-Analysis Protocols (PRISMA-P)] göre yazıldı. “PROSPERO” veri tabanına kaydedilmiştir (CRD42022303966). Randomize kontrollü çalışmalar ve yarı deneysel çalışmalar, Türkçe ve İngilizce yayınlanan çalışmalar dahil edildi. WoS, Pubmed, Science Direct, CINAHL Complete, Scopus, Cochrane, Wiley Online Library ProQuest, Ulakbim, Medline Türk, YÖKTEZ veri tabanları kullanıldı. Anahtar kelimeler PICOS sıralamasında oluşturuldu “VE” ve “VEYA” ile “AND” ve “OR” operatörleri kullanıldı. Cochrane Yanlılık (Bias) Risk Değerlendirme Aracı kullanıldı. Dahil etme kriterlerini karşılayan çalışmalar yazar, yıl, ülke, çalışmanın tasarımı, örneklem büyüklüğü, katılımcı özellikleri, gruplar, müdahale grubunun özellikleri, ölçümler ve çalışma sonuçlarının yer aldığı kodlama tablosuna aktarıldı. Çalışmaların etki büyüklüğü hesaplamasında “hedge’s g” kullanılacak, heterojenliğinin incelenmesinde Cochran’s Q testi ile I2 değeri değerlendirilecektir. Yayın yanlılığı için huni grafikleri, Orwin’s fail-safe n değeri, Begg ve Mazumdar sıra korelasyonu için Kendall tau değeri ve Egger regresyon sabiti yöntemi ile değerlendirilecektir. Meta-analiz sonuçları doğrultusunda elde edilecek sonuçlar ile tek bir uygulamanın ya da kombine uygulamanın prematüre bebeğin davranış durumu ve fizyolojik parametre üzerine etkisinin olumlu ya da olumsuz olduğu söylenebilecektir.

2009/2010
Scopo del lavoro Scopo principale di questo lavoro è quello di dimostrare l’importanza dell’uso dei sistemi informativi territoriali nello studio della distribuzione della concentrazione di radon e dei parametri ad essa correlati. Il lavoro procede attraverso l’analisi della distribuzione della concentrazione di radon indoor, nel suolo e nelle acque, sul territorio del Friuli Venezia Giulia, utilizzando gli strumenti messi a disposizione dalla geomatica e dai sistemi informativi territoriali, con lo scopo ultimo di mettere a disposizione delle amministrazioni pubbliche dati di facile interpretazione e fruizione per la valutazione del rischio da radon per la popolazione della regione. Effettuare uno studio di questo genere sul territorio del Friuli Venezia Giulia risulta particolarmente significativo a causa delle caratteristiche che il territorio presenta sia dal punto di vista della concentrazione di radon indoor, che risulta tra le più alte in Italia, che dal punto di vista delle caratteristiche geologiche che risultano estremamente variabili nell’ambito del territorio regionale e peculiari in ambito nazionale ed europeo. Anche le caratteristiche del parco edilizio della regione risultano essere tali da influenzare notevolmente la concentrazione di radon indoor. Ai fini della definizione della mappa di rischio è necessario analizzare le eventuali correlazioni del contenuto di radon, con particolare riferimento a quello indoor, con i principali parametri geologici, geomorfologici ed idrogeologici senza trascurare l’influenza dei parametri edilizi. Riassunto dell’attività La prima parte della ricerca si è svolta nell’ambito della campagna di campionamento e misura della concentrazione di radon indoor condotta da ARPA Friuli Venezia Giulia, con l’obiettivo di determinare le radon prone areas in regione ai sensi del D.Lgs.241/00. Tale campagna è stata materialmente avviata nel 2005 e le misure sono state completate alla fine del 2007. Dopo una fase iniziale di acquisizione dei suddetti dati e di ricerca bibliografica, l’attività è consistita essenzialmente in cinque momenti: a. creazione e popolamento della banca dati del sistema informativo territoriale per quanto riguarda le misure di radon indoor ed i relativi dati sugli edifici ed elaborazione dei dati stessi mediante l’utilizzo della Carta Tecnica Regionale e della Carta Geologica Regionale; b. analisi della distribuzione della concentrazione del radon indoor e delle sue possibili modalità di rappresentazione spaziale; c. analisi dell’eventuale correlazione dei parametri relativi agli edifici ed ai locali di misura con la concentrazione radon indoor allo scopo di costruire un sottoinsieme di edifici omogenei dal punto di vista delle caratteristiche costruttive che influenzano la concentrazione di radon indoor; d. analisi dell’eventuale correlazione dei parametri geologici con la distribuzione della concentrazione di radon indoor; e. costruzione di sottoinsiemi di abitazioni, omogenei tra loro, in cui i parametri edilizi rendessero, rispettivamente, massime e minime le concentrazioni di radon indoor ed analisi della distribuzione della concentrazione di radon per i diversi sottoinsiemi in funzione dei diversi parametri geologici. Inoltre vengono riportati i dati relativi alla distribuzione del radon nelle acque potabili e sorgive del Friuli Venezia Giulia. Sono anche stati analizzati i dati relativi ad un progetto complementare alla campagna radon prone areas e relativi ad una campagna di misura di radon nel suolo: sono stati georeferenziati i dati relativi alle concentrazioni di radon nel suolo per la provincia di Udine e sono state elaborate le prime mappe di distribuzione. I dati relativi alla campagna radon prone areas in Friuli Venezia Giulia sono stati pubblicati sul sito web di ARPA FVG. Risultati Sulla base dell’analisi dei risultati di oltre 10000 misure di radon indoor effettuate in circa 2500 abitazioni e del confronto di tali risultati con le caratteristiche geologiche, geomorfologiche ed idrogeologiche del territorio del Friuli Venezia Giulia, è stato possibile costruire una mappa della distribuzione della concentrazione di radon negli edifici del Friuli Venezia Giulia e correlarla con i principali parametri analizzati. Sono state altresì riportate le mappe di distribuzione della concentrazione di radon nelle acque potabili e sorgive del Friuli Venezia Giulia ed è stata costruita ed analizzata la mappa di distribuzione della concentrazione di radon nel suolo per la provincia di Udine. Dal punto di vista geologico i principali parametri analizzati sono stati la consistenza del substrato (sciolto o roccioso), la sua tessitura, l’età delle unità litostratigrafiche e le unità litostratigrafiche stesse, i lineamenti tettonici e la sismicità. Dal punto di vista geomorfologico la regione è stata divisa in 9 aree geomorfologicamente omogenee ed è stato considerato il fenomeno del carsismo con riferimento sia al carso classico che alle restanti aree carsificate della regione. Da ultimo sono stati indagati gli aspetti idrogeologici: la permeabilità, le risorgive e la profondità della falda acquifera. Ogni aspetto è stato analizzato e sono state indagate le eventuali correlazioni con le concentrazioni di radon indoor. E’ stato possibile valutare bene l’importanza di alcuni parametri soltanto dopo aver disaggregato i dati analizzando separatamente zone geomorfologicamente diverse fra di loro. I principali risultati ottenuti possono essere così riassunti: a. il parametro più importante è risultato essere la permeabilità del suolo con riferimento sia alla granulometria del substrato sciolto che alla eventuale carsificazione del substrato roccioso; b. altri parametri come le differenze nelle unità litostratigrafiche e la loro età, la presenza di lineamenti tettonici e la sismicità, la presenza della linea delle risorgive e la profondità di falda, non sono risultate significative ai fini della correlazione con il radon indoor in Friuli Venezia Giulia; c. è stato possibile effettuare alcune differenziazioni all’interno della fascia alpina e prealpina: concentrazioni più elevate sono state misurate nelle Prealpi Carniche e più basse nelle Prealpi Giulie. I valori più elevati misurati all’interno di abitazioni costruite su substrato sciolto sono stati misurati nella fascia alpina e prealpina e quelli più bassi nella Bassa pianura friulana e nella provincia di Trieste. Per quanto riguarda i parametri edilizi è stata analizzata l’eventuale correlazione dei parametri stessi con la concentrazione di radon indoor. Sono risultati significativi i seguenti parametri: posizione del locale in cui era posto il dosimetro rispetto al suolo, tipo di contatto suolo-edificio, anno di costruzione (pre o post terremoto del 1976), presenza di pietra nei muri. Sono stati infine creati due diversi data set con parametri edilizi omogenei ed è stata effettuata l’analisi della distribuzione del radon indoor nei due casi mettendo in luce le diversità di distribuzione, oltre che di concentrazione di radon, per le diverse tipologie costruttive. Considerazioni conclusive e prospettive future Dal punto di vista dell’utilizzo dei sistemi informativi, essi sono stati usati in tutte le fasi dello studio, in particolare: Ø nella strategia di campionamento, nella definizione delle maglie e nell’estrazione del campione, nel posizionamento dei dosimetri e nella georeferenziazione dei siti, nella restituzione e nella pubblicazione dei dati; Ø nei controlli preliminari sui set di dati da analizzare; Ø nella creazione di nuovi set standard di dati; Ø nella ricerca di correlazione della concentrazione di radon con parametri edilizi e geologici; Ø nell’analisi della distribuzione della concentrazione del radon e nelle elaborazioni geostatistiche. Sarebbe stato molto più oneroso, ed in molti casi impossibile, eseguire lo stesso studio senza l’ausilio del SIT. Le potenzialità del SIT creato sono molteplici, ad esempio: utilizzo a fini amministrativi (definizione sul Bollettino Ufficiale Regionale delle radon prone areas, creazione di mappe di rischio, ecc.) ed epidemiologici; creazione di mappe nazionali ed europee, analisi geostatistiche ecc. Il SIT costruito risulta essere un sistema ricco di potenzialità, una piccola parte delle quali è stata sfruttata per le analisi che sono state riportate in questo lavoro. Le prospettive future possono comprendere sia l’ampliamento ed il completamento degli studi intrapresi, che lo svolgimento di molteplici nuove attività di ricerca che la struttura dei dati permette. A titolo di esempio si tenga presente, per quanto riguarda il completamento delle attività svolte, che sono state analizzate solo una parte delle eventuali correlazioni dei dati di concentrazione di radon indoor con i parametri geologici ed edilizi. Va inoltre sottolineata la possibilità di utilizzare, oltre alla Carta Geologica Regionale in scala 1:150000, la cartografia CARG 1:5000. L’uso di tale cartografia potrebbe permettere l’esecuzione di studi di dettaglio allo scopo di evidenziare correlazioni con eventuali altri parametri geologici non ancora considerati. Particolarmente promettente appare la possibilità, dimostrata dall’analisi dei diversi set di dati creati, di normalizzare il parco edilizio regionale in funzione delle caratteristiche costruttive, al fine di disporre di un numeroso set di dati per le analisi, eventualmente multivariate, per la valutazione dell’influenza dei diversi parametri geologici. Sono inoltre sicuramente possibili ulteriori analisi geostatistiche sui risultati delle misure, utili per la definizione delle radon prone areas, ma anche per la redazione di una mappa del “rischio radon” in Friuli Venezia Giulia, analogamente a quanto fatto in altri Paesi. I dati contenuti all’interno del SIT possono inoltre essere utilizzati, insieme a quelli prodotti da altre realtà territoriali ed analogamente a quanto già fatto per la parte relativa alle concentrazioni di radon indoor nelle strutture scolastiche regionali, per la redazione di mappe interregionali, nazionali od europee.
XXIII Ciclo
1960

Simulazione parametrica su di un edificio passivo a S. Mauro Pascoli (FC), con valutazione di quanto l'incidenza dell'utente e della correttezza costruttiva possano incidere sulla reale prestazione dell'edificio, quindi il concetto di performance gap.

Different aspects of acoustic measurements in building have been analyzed in this work. By the performing of a large number of field measurements, many experimental studies have been carried out. Contemporary to these field measurements, the new Italian Classification scheme, described in standard UNI 11367, has been published so the classification of the two buildings under analysis has been performed. In the Italian classification standard two procedure are described: the final classes of the different acoustic parameters can be find both by measurements on every single building structures and facilities and by using a sampling procedure applied to the building elements. Both these methods have been used. In particular, when using the sampling methods, the coverage factor, used for the determination of sampling uncertainty, has been investigated. Another experimentation was about the comparison between different methods for acoustic field measurements. Each measurement has been repeated with different methods: the standard interpretation of ISO 140, with fixed microphone positions; the manually moving technique, also allowed according to ISO 140; and finally the survey method described in ISO 10052, with the sound level meter hold on hand by the operator and moved. In order to improve this comparison, a Interlaboratory Test has been performed: airborne sound insulation of a wall and impact sound insulation of a bare floor in hollow brick and concrete have been measured by eleven teams, using both ISO 140 standards, with fixed point of measurement, and ISO 10052, modified by using 1/3 octave bands measurements. Determining repeatability and reproducibility of the two standard analysed, a better comparison was possible.
Nel presente lavoro sono stati analizzati diversi aspetti relativi alle misure di acustica edilizia in opera. Ciò è stato possibile grazie ad un ampia campagna di misure, che ha permesso l’esecuzione di diverse sperimentazioni. La contemporaneità temporale con l’uscita della norma sulla classificazione acustica UNI 11367 ha permesso di provare il metodo proposto su due edifici. Oltre alla classificazione derivata da misure su tutti gli elementi edilizi, è stata sperimentata anche la tecnica del campionamento che permette la riduzione del numero di collaudi da effettuare, valutando, tra l’altro, gli effetti dell’utilizzo di differenti fattori di copertura sul risultato finale. Un’ulteriore indagine ha riguardato il confronto tra diversi metodi di misura; in particolare sono stati comparati i risultati ottenuti da misure eseguite per punti fissi, secondo l’interpretazione usuale delle norme UNI EN ISO 140, e con movimentazione manuale del microfono e del fonometro, rispettivamente utilizzando le norme UNI EN ISO 140 e la norma di controllo UNI EN ISO 10052 . Tale confronto è stato perfezionato con l’esecuzione di un Test Interlaboratorio, a cui hanno partecipato 11 squadre, che ha riguardato misure di potere fonoisolante su una parete in laterizio rivestita e misure di calpestio su un solaio nudo in laterocemento. Le misure sono state ripetute utilizzando sia il metodo per punti fissi, secondo le norme UNI EN ISO 140, che il metodo con movimentazione manuale del fonometro, secondo la norma di controllo UNI EN ISO 10052, applicato però per bande di terzo d’ottava. Ciò ha permesso di determinare i valori di ripetibilità e riproducibilità di questi due metodi e di effettuare un confronto più accurato.

Oggetto del presente studio riguarda la verifica della conformità acustica per il progetto inerente alla ricostruzione del Teatro Amintore Galli a Rimini, di alcune zone e componenti edilizie, nonché la qualità del campo sonoro nella cavea e nel palcoscenico, con obiettivo prefissato quale il raggiungimento del benessere acustico, intendendo con questa espressione l’esigenza di evitare la presenza di rumori causati da sorgenti interne all'edificio stesso o prodotto da attività in aree circostanti.

La tesi ha come obiettivo quello di analizzare l’evoluzione del settore della manutenzione edilizia e del cambiamento della politica manutentiva in relazione ai progressi portati dai nuovi strumenti informatici: facendo quindi riferimento ad uno specifico caso di studio e integrando l’utilizzo di software BIM, lo scopo è stato quello di programmare un life cycle adeguato. La prima parte della tesi delinea il cambiamento del quadro normativo dell’ambito della manutenzione e definisce lo stato dell’arte della pratica manutentiva, sia dal punto di vista tecnico e applicativo, ma anche da quello gestionale ed economico, con particolare riferimento al Maintenance Management. Nella seconda parte viene invece approfondito il caso studio di uno studentato di Atene facente parte del programma ProGETonE, definendo gli elementi che possono portare ad una corretta gestione del ciclo di vita di questo fabbricato: l’analisi parte da un approccio tradizionale, basato sul computo metrico e sulla PBS, ma si sviluppa e completa attraverso l’utilizzo di Revit e Mantus-P, con la relativa stesura finale di un piano di manutenzione. Questo processo ha portato ad evidenziare le differenze e i vantaggi che si possono trarre dal cambio di prospettiva e di strumenti nell’ambito della manutenzione edilizia.

Questo lavoro di ricerca ha come oggetto le architetture religiose, fortificate e civili di epoca bassomedievali conservate in Val Cavallina e sulla sponda occidentale del Sebino nella provincia orientale di Bergamo: questo territorio è privilegiato per la raccolta di dati utili alla definizione della seriazione cronotipologica degli elementi architettonici e dei paramenti murari datati tra XII e XV secolo. La redazione di tavole cronotipologiche è andata oltre l’aspetto tecnico, ma ha ricostruito i fenomeni sociali e politici di questo territorio in epoca bassomedievale: la costruzione dei castelli e delle torri condizionò la nuova rete insediativa dei borghi, definendo nuovi punti di aggregazione. Queste nuove costruzioni sono il riflesso di famiglie aristocrazie che utilizzano l’edilizia come strumento di affermazione di forza economica e potere sociale. L’analisi dei corpi di fabbrica condotto col metodo dell’archeologia dell’architettura ha consentito non solo la definizione delle tecniche edilizie, ma anche sulle dinamiche insediative nella provincia orientale di Bergamo. L’edilizia storica è fondamentale per comprendere i modi dell’abitare e di vivere: l’analisi di questi contesti ha consentito di distinguere specifiche tipologie abitative, e di ragionare sulle modalità occupazionali del territorio in epoca bassomedievale, riconoscendo per le due aree d’indagine peculiarità diverse.
This research is related to late medieval age religious, fortified and civil architecture preserved in Val Cavallina and on the western side of Iseo Lake, in the eastern province of Bergamo: this territory is privileged for the collection of data useful for the definition of the chrono-typological seriation of architectural elements and walls, dating from the twelfth and fifteenth centuries. Chrono-typological tablets exceed technical aspects, and reconstruct the social and political appearance of this territory in the late medieval age: the construction of castles and towers conditioned the new settlement of villages, setting new aggregation points. These new buildings are a reflection of aristocracy’s families, who builds as statement of economic and social power strength. The insight of the buildings made with the archeological method allowed the definition of building techniques, and the settlement dynamics in the eastern province of Bergamo. The historic building is crucial to understand the ways to live: the analysis of medieval buildings has allowed distinguishing specific typology of houses and the occupational way to set the territory in the late medieval age; every area has his architectural peculiarities.

Questo lavoro di ricerca ha come oggetto le architetture religiose, fortificate e civili di epoca bassomedievali conservate in Val Cavallina e sulla sponda occidentale del Sebino nella provincia orientale di Bergamo: questo territorio è privilegiato per la raccolta di dati utili alla definizione della seriazione cronotipologica degli elementi architettonici e dei paramenti murari datati tra XII e XV secolo. La redazione di tavole cronotipologiche è andata oltre l’aspetto tecnico, ma ha ricostruito i fenomeni sociali e politici di questo territorio in epoca bassomedievale: la costruzione dei castelli e delle torri condizionò la nuova rete insediativa dei borghi, definendo nuovi punti di aggregazione. Queste nuove costruzioni sono il riflesso di famiglie aristocrazie che utilizzano l’edilizia come strumento di affermazione di forza economica e potere sociale. L’analisi dei corpi di fabbrica condotto col metodo dell’archeologia dell’architettura ha consentito non solo la definizione delle tecniche edilizie, ma anche sulle dinamiche insediative nella provincia orientale di Bergamo. L’edilizia storica è fondamentale per comprendere i modi dell’abitare e di vivere: l’analisi di questi contesti ha consentito di distinguere specifiche tipologie abitative, e di ragionare sulle modalità occupazionali del territorio in epoca bassomedievale, riconoscendo per le due aree d’indagine peculiarità diverse.
This research is related to late medieval age religious, fortified and civil architecture preserved in Val Cavallina and on the western side of Iseo Lake, in the eastern province of Bergamo: this territory is privileged for the collection of data useful for the definition of the chrono-typological seriation of architectural elements and walls, dating from the twelfth and fifteenth centuries. Chrono-typological tablets exceed technical aspects, and reconstruct the social and political appearance of this territory in the late medieval age: the construction of castles and towers conditioned the new settlement of villages, setting new aggregation points. These new buildings are a reflection of aristocracy’s families, who builds as statement of economic and social power strength. The insight of the buildings made with the archeological method allowed the definition of building techniques, and the settlement dynamics in the eastern province of Bergamo. The historic building is crucial to understand the ways to live: the analysis of medieval buildings has allowed distinguishing specific typology of houses and the occupational way to set the territory in the late medieval age; every area has his architectural peculiarities.

In un periodo storico in cui il tema della sostenibilità ambientale è baricentrico per tutte le attività di sviluppo, anche l’edilizia, settore responsabile del maggiore consumo di energia primaria, si trova ad affrontare la grande sfida dello sviluppo sostenibile. Analizzando l’attuale situazione dell’edilizia italiana risulta che oltre il 65% degli edifici sia stato costruito in assenza delle normative antisismiche (1974) e dei criteri per il risparmio energetico (1976). Inoltre le recenti direttive ambientali “Europa2050” considerano il suolo come una risorsa limitata e non rinnovabile, per questo è stato posto l’obiettivo del consumo zero di suolo. Queste tematiche hanno portato i nuovi interventi edilizi italiani a confrontarsi con l’esistente, diventando sempre più frequenti quelli di recupero e di demolizione/ricostruzione. In ciascuno dei due casi è necessario affinare le valutazioni circa il limite di convenienza economica, tenendo conto dei diversi impatti ambientali associati. In particolare, nel caso della demolizione e ricostruzione, occorre considerare non solo le problematiche tecniche ed ambientali di un nuovo edificio, ma anche quelle associate allo smaltimento dei materiali da demolizione. Nell’intervento di recupero risultano più rilevanti le problematiche riferite al degrado dell’esistente, alla vita nominale residua e al livello prestazionale richiesto. Sulla base dell’analisi di tre casi di studio individuati nell’ambito della ricostruzione post sisma2012, utilizzando il ciclo di vita come parametro della sostenibilità ambientale, mediante simulazioni eseguite con il software OneClickLCA vengono esaminati i fattori critici e proposti criteri utili alla definizione di un indice di convenienza per un supporto alla scelta dell’intervento più appropriato.

Il progetto di Tesi è finalizzato a fornire un metodo operativo innovativo, sviluppato per mezzo di un software parametrico, ai progettisti che operano in ambito di riqualificazione architettonica ed energetica degli involucri edilizi. A partire dai risultati emersi dall’analisi critica svolta circa lo stato dell’arte attuale, viene formulata una soluzione progettuale per il recupero dell’involucro edilizio. L'algoritmo elaborato permette di progettare soluzioni di involucro customizzabili, flessibili, ed ecocompatibili composte da elementi modulari prefabbricati valutandone al contempo le prestazioni energetiche nel rispetto delle normative vigenti. Il metodo viene poi applicato su varie stratigrafie estratte dal progetto Tabula, calcolandone le prestazioni energetiche e la compatibilità. L'ultima parte affronta il tema dell’ottimizzazione del processo di tassellazione geometrica delle superfici di facciata per diverse tipologie edilizie residenziali. A questo proposito viene utilizzato il risolutore genetico Galapagos, presente all’interno dell’area di lavoro di Grasshopper, che permette di individuare la dimensione ottimale dei pannelli di facciata in base a precisi parametri che vengono individuati a monte del processo.

La casa Modernista era stata progettata per essere affittata da G. Warchavchik, e come tale, è stata costruita secondo un piano adeguato ad una piccola famiglia preferibilmente modesta, composto da tre camere da letto, un soggiorno e una sala da pranzo. Nel paesaggio ancora tradizionale della città l’abitazione deve essere apparsa come uno sproposito, considerando che non rispecchiava la classica costruzione di quel periodo. La prima fase del processo di modellazione ha riguardato il ridisegno - a partire dagli elaborati grafici originali e/o di rilievo attuali - in 2D. La seconda ha riguardato la modellazione dell’intera costruzione all’interno della piattaforma Revit. Le famiglie di Revit sono muri, porte, finestre, ecc., ovvero tutto quello che possiamo creare con questo programma ma che racchiude solo componenti di “ultima generazione”, quindi non è possibile trovare Famiglie, per esempio di finestre, porte, ecc., che ci permettano di ridisegnare strutture storiche o degli anni precedenti alla creazione del programma. La potenzialità di Revit è anche questa; ci permette di creare componenti quali infissi, muri, solai, ecc., in diversi modi con la modellazione 3D all’interno del programma stesso, elaborando o delle nuove famiglie da zero (metodo forse più complicato) o anche tramite la creazione di “Modelli Locali” in 3D (metodo molto più semplice e rapido). Grazie alle possibilità di personalizzazione delle famiglie di oggetti che la maggior parte di piattaforme BIM consente, tale tecnologia può essere impiegata, non solo nel caso di nuove costruzioni, ma anche nell’ambito dei lavori di ristrutturazioni o di restauro di edifici di interesse storico. Revit, in particolare, è un programma nato per permettere di elaborare un qualsiasi progetto a 360°, ed offre, per quanto è stato possibile sperimentare anche nel caso di studio oggetto del presente elaborato di tesi, la possibilità di operare sia su edifici di carattere storico, sia su costruzioni ex-novo.